İzohips haritalarındaki çizgilere basarak, bir balinanın midesinde güneşin ne olduğunu unutarak, her gün akla gelen bir kitap cümlesi gibi yaşamak. Her hareketinde zincirlerin sesini duyarak yaşamak.
Ve bir sanat olarak yaşamak. Nedir yaşama sanatı? Fırça darbeleriyle kimi zaman pastel renklere boyadığımız, kimi zaman üzerini siyaha boyadığımız renkleri kazıyarak hala orada olmalarını ummak ve her defasında tutunmaya çalışmak. Acaba yaşam kendimizi ararken benliğimizi kaybettiğimiz bir yer midir yoksa her yere bakmışken aslında ayaklarımızın ucunda mı duruyoruzdur? Bunların arasında kaybolmuşken en azından ne olmak istemediğimi bildiğime karar verdim. Bu çoğu zaman bana yol gösteren tek şey. Hayatın akışına ayak uydurmak yerine kendi akışını yaratmak gerekiyor. En azından benim için öyle. Bunun zor olduğunun farkındayım ama hiçbir şey yapmamaktan çok daha iyidir mahvolmak. İyi bir üniversite kazan, yüksek maaşlı fakat sana pazartesi sendromu denilen hastalığı kazandıracak bir işe gir, ömrünün sonuna kadar taksitlerini ödeyeceğin bir beton yığınına sahip ol çünkü bir yetişkinsin artık. Lüks bir otele gidip bir hafta boyunca o şezlongun üzerinde yeterince bronzlaşmayı umarak yat, insanlar senin ne kadar "güzel" bir tatil geçirdiğini bilmeli. Çünkü bir yetişkinsin, şimdi toplumun son derece EĞLENCELİ kalıplarından birinin içine gir ve seni şekillendirmelerine izin ver. Peki ya benim tek istediğim bir ağacın yanında uyanmaksa? Ya o şezlongların değil de hiç bitmeyen bir yolculuğun isteğiyle dolup taşıyorsam? Belki de yetmiş beş yıl aynı şeyleri tekrarlamak ve buna hayat demek bana göre değildir. Belki de aynanın karşısına geçip gözlerinin içine bakarak ne istediğini sormanın zamanı gelmiştir. Hiç kalbinle başbaşa kaldığında durup nasıl attığını dinledin mi?
2 Yorumlar
|
|